Translate / Übersetzen / Traducir / 翻译

Seymal, Muş ...

Seymal - Üçevler

06:00'da uyanıp dışarı çıktım. Güneş çoktan yükselmiş yeryüzünü ısıtmaya başlamıştı bile. Biraz dolaştım mis gibi havada ve baktım daha kalkan yok, ben de eve girip biraz daha yatak keyfi yaptım. Ercan ile 09:00'da ayaklandık. Bu arada, evde sadece Ercan, yeğeni Hamid ve ben varız. Ailenin diğer fertleri yukarıda çadırlı yaylakta. Onlar için gün biz tembeller gibi ne zaman keyfimiz olursa değil, sabahın dördünde başlıyor...


Evden, gece geldiğimiz yukarıda çadırların ve hayvanların olduğu yere çayırlardan geçerek tekrar çıktık. Ne kadar güzel salınıyor çiçekli çayırlar sabah rüzgarı eşliğinde. Kaybolup gittim bir ara. Ne kadar güzel blr uyum var doğadaki, kainattaki her şeyde ve birbirleri arasında. Bu uyum ve dengeyi bozarak en büyük kötülüğü aslında kendisine yapıyor insankişisi ama farkında değil...


Hemen peynir, yoğurt, bal ve cevizden oluşan kahvaltımızı yapmak için cevizlerin altına serilmiş döşeklere oturduk. Farkına vardıysanız buralarda peynir, yoğurt, bal ve ceviz standart. Her halükarda sofraya geliyor. Ne kadar sağlıklı bir öğün...

Bu arada bahçede bulunan ceviz ağaçlarından rüzgar ile dökülen, sert kabuğu daha oluşmamış taze cevizleri yerlerde görünce bunları ne yapıyorsunuz diye sordum. Hiiiç dediler. Ben de bunların çok güzel reçeli olur deyip onlara biraz zahmetli olan ceviz reçeli tarifini verdim, tam doğru olsun diye de Google amcanın teyidini aldım :)

Yukarı çıkarken bahçesini sulayan Ercan'ın dayısı Hamdullah'a rastladık. Muş'a kaçta ineceksiniz, beni de götürün diye sordu. Ben de aracın arkasının yatak ve malzeme ile dolu olduğunu, yer olsa seve seve götürebileceğimizi söyledim. Ercan ben arkaya bagaja otururum dedi mahcup bir şekilde. Bagajın şişme yatağın serili olduğu tekli koltuk kısmında yatağı arkaya katlayarak açıp Ercan'ı oraya oturtarak üç kişi gitmeyi deneyeceğiz. Bakalım nasıl olacak...

Bu arada, baktım Ercan kahvaltıyı yarım bırakıp kalkmış. Biraz sonra davul gibi şişmiş bir ayakla geldi. Meğer kahvaltı sırasında çorabının üzerinden şu dev at sineklerinden biri sokmuş. Çok kötü oluyor at sineği ısırığı. Durun tahtaya vurayım üç kez, beni hiç sokmadı şimdiye kadar ama doğa yürüyüşlerinde bazı arkadaşlarımı soktuğu, daha doğrusu testere gibi kesip ısırdığı olmuştu. Bir keresinde Gürcistan Kaf Dağlarında Rusya sınırındaki Rus askerlerinin atlarının kankisi olmuş at sinekleri oradaki muhteşem şelaleye giderken bir bayan arkadaşı sokmuş, davul gibi şişen kolu giderek kötüleşip ağrı sızı yapmaya ve bayılmaya kadar varınca yürüyüş sonu Mestia Hastanesi'ne götürmüştük. Antibiyotiklerle filan tedavi ettiler bir hafta kadar. Çok kötü bir şey bu at sineği denen mikrop dolu vampir, aman dikkat. Bu arada, aman lütfen yanlış anlaşılmasın ama at sinekleri ile ilgili öğrendiğim bir şeyi paylaşayım, bilgi paylaştıkça çoğalır mottosu ile. O da şu: At sineklerinin sadece dişileri ısırır kesermiş testere gibi dişleri ile, yumurtlama döneminde ihtiyacı olan kanı temin etmek için...

Her neyse, daha önceki tecrübelerimden ve Google amcanın yardımı ile önce hemen yanında akan arıktaki buz gibi suyla kompres yaptık ve sonrasında bol sabunlu su ile yıkadık yara yerini. Sonra bendeki antiseptik ile güzelce temizledik. Yanıklara falan iyi gelir ama sinek ısırmasına nasıl olur acaba diyerek sofradaki bol yoğurt ile sıvayıp bir yarım saat beklettik. Tekrar sabunlu suyla güzelce yıkadıktan sonra antiseptik ile yine iyice temizledik. Ertesi sabaha birşeyi kalmamıştı Ercan'ın. Yoksa hastaneye götürecektik...

Hep birlikte aşağıdaki eve inildi. Orada kuluçkaya yatırdıkları kekliklere baktılar, yavrular yumurtadan çıkmış mı diye. İşte birisi. Şirin mi şirin. Daha ilk tanışması hayat ve insan ile. Bilmiyor ki bugün avucunda seni sevgi ile tutan insan, kök atalarından gelen avlanma güdüsünü yenemeyip yarın tek fişek ile indirecek yere seni ve son verecek kısa yaşamına, daha hayatın tadını doyasıya çıkaramadan...

Keklik yavrusu Hamid'in avucunda...

Gitme vakti yaklaşınca Ercan'ın emmioğlu Meran ve ailesi ile vedalaşarak aşağılarda yolun yakınına bıraktığımız arabaya indik. 

Biraz sonra Hamdullah da geldi. Ercan arka ikili koltukta bulunan giysi çantamı ve eşyalarımı yatağın üzerine atarak kendine bir yer açtı ve 1500-1600 metredeki Seymal Üçevler'den 2650'lere kadar döne döne tırmanan sonra da 1400-1500'lere inen Muş yoluna koyulduk.

O yol ki kışları karın 3-4 metreyi bulduğu, 6 ay kapalı kalan, türkülere konu olmuş bir yol. Hani şu Yemen Türküsü var ya hepimizin bildiği; Yemen'e savaşmaya giden Muşlu askerlerin şehit düşmesi üzerine yakılan:

Havada bulut yok bu ne dumandır?
Mahlede ölen yok bu ne figandır?
Şu Yemen elleri ne de yamandır

Ano Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir?
Burası Muş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?

Kışlanın önünde asker sesi var
Bakın çantasında acep nesi var?
Bir çift kundurayla bir de fesi var

Ano Yemen'dir gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir?
Burası Muş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?

Burası Muş'tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?

Bu bölgede eskiden çok kilise ve manastır varmış. Hemen hepsi yıkılmış. Şehirlerdekilerin çok azı cami, dağlarda bulunan bazıları da askeri karakol olmuş.

2650'lerdeki derin yarları hala kar dolu olan zirveden Muş'a doğru inerken çığdan korunmak için yapılmış yaklaşık 2 km'lik tüneli geçer geçmez kayaların yarıklarından akan suları biriktirip oluğundan akıtan bir çeşmenin suyunu içelim mutlaka dediler. Neden o adı koymuşlar bilemedim, yanında bulunan bir iki ağaç da ondan değil ama adı Elma Çeşmesi, suyu buz gibi akan bu çeşmenin.

Muş'a inince Hamdullah'ı bırakıp Kahveci Haşim'in yanına gittik. Hemen iki çay koydu önümüze ve dedi başlayın anlatmaya neler yaptınız. Şuraya gittik, bunu yedik der demez, neden oraya da gitmediniz vb deyip çok istemesine rağmen işlerinin yoğunluğu nedeniyle bizimle gelememesinin rövanşını aldı dost canlısı, iyi insan Haşim.

Bana da karnın açtır senin şimdi deyip elimden tutup zorla çarşıdaki Muş Kebapçısına götürdü. Sahiplerine emirler yağdırıp, şimdi getirecekler, güzelce ye de gel, ha sakın para mara verme dedi ve işine geri döndü Haşim. Güzelmiş gerçekten Muş Kebabı. Adana kebabı gibi yassı, şişte yapılıyor. Etinden midir, pişirilmesinden midir, oldukça beğendim Muş kebabını. Acılı şalgam ile de iyi gitti hani...

Haşim, para mara verme demesine rağmen ayrılmadan önce kebapçıya borcum ne kadar diye sorunca, ne dese beğenirsiniz? Borcun morcun yok abi, afiyet olsun dedi. Öyle şey mi olur, misafirperverliğin bu kadarı da olmaz, al lütfen paranı deyince de, parasını Haşim ödeyecek, senden alırsam öldürür beni dedi. Ben de, Haşim'e söylemezsin aldığını deyince, Haşim bunun parasını bana mutlaka verecektir, hem senden, hem de Haşim'den parasını nasıl alırım, olmaz dedi. Ne güzel, ne dürüst insanları var memleketimin. Ama artık çok nadir bulunuyorlar maalesef, pembe elmas gibi...

Kebabımı yiyip karnımı doyurunca kahveye geri döndüm ve Ercan ile Eski Muş'un kalan kısımlarını gezmek için ayrıldık hemen. Önce Haşim'in evine gittik. Haşimin ve kardeşlerinin evleri TOKİ'den kurtulanlardan. Hemen yanlarında ise çok katlı TOKİ evleri buz gibi betondan. Eski Muş Evleri ise yemyeşil bahçelerin içinde boynunu bükmüş, geçmişine, tokiye kurban verilen arkadaşlarına ağlıyor gizli gizli.

Haşim ciddi kot farkı olan yamaca 3 katlı bir ev yapmış. Yanında ve aşağıdaki dereye kadar setler ve merdivenlerle inen, her türlü meyve ağacının, üzüm asmalarının olduğu setler. Çevre köylerden topladığı değirmen ve dibektaşı gibi eski taşları da kenarlarına dizmiş bahçenin. Antik terrakota oluğundan her daim suyu akan güzel bir de çeşme yapmış evin girişine.

            

Haşim'in bahçesinin altında imiş adı Yılmaz Güney'in Aç Kurtlar filminden sonra Yılmaz Güney Çeşmesi olarak kalan kadim çeşme. Aşağıya giden yoldan dolanarak gittik çeşmeye.

Yılmaz Güney (1937-1984), 1969'da Muş'ta askerken çekmiş bu filmi çok kısa sürede, film ekibini Muş'a çağırarak.

Filmdeki bir sahnede Yılmaz Güney, yukarıdaki şu anda yıkılmış olan camiden bir patika ile iniyormuş çeşmeye. Biz de hala var olan o patikayı tersten kat ederek aslına uygun yeniden yapılacak olan o camiye çıktık ve Yılmaz Güney'i ve eski günleri özlem ile andık. Ruhun huzur bulsun Yılmaz Abi...



Haşimlerin eski Muş Kalesinin hemen altında bulunan eski evlerine de uğradık. Hemen yanındaki pencereleri Ercan'ın evindekiler gibi olan ev dikkatimi çekti, fotoğrafladım.

Oradan, Belediye tarafından park, kafe ve kültür merkezi olarak düzenlenmeye çalışılan Eski Muş Kalesine çıktık. 


Seyir tepesi vazifesi de gören bu kaleden Muş'un yeni ışıldamaya başlayan akşamüzeri görüntüsünü izledik. 

Ortalık bangır bangır bağırıyordu, aşağıda TOKİ evlerinin arasında açıkta yapılan blr düğünden gelen davul zurna sesi ile.

Tepeye de çıkıp, ne kullanılan taşları, ne de mimarisi Muş ve yöre mimarisine benzeyen Belediyenin Muş Kültür Merkezi olarak yaptırdığı tek katlı yapıyı ve yanındaki 1918 Rus işgalinden kalan Rus topunu gördük.


Arka taraftan, hala duran çok eski dik bir patikadan Ercanların eski evinin de olduğu TOKİ mahallesine indik ve Ercan'ın arkadaşının oğlunun düğününe bir yarım saatliğine uğradık. Genç çifte tebrikler, mutluluklar dileyip ayrıldık.


Kahveye gidince Haşim'in babası karşıladı bizi sitem ile, bizim köye (Semal Üçevler) gitmişsiniz beni almadan diye. Araba dolu idi seni alamazdık demek yerine, haklısın unuttuk seni üzgünüz, yoksa başımızın üzerinde yerin var deyip işi tatlıya bağladık.

Bu sefer de Haşim'in babası ve Haşim, bu gece mutlaka bizim evde yatacaksın, hem şöyle güzel bir banyo da yaparsın deyip beni yaylım ateşine tuttular. Bu ateşe güç mü dayanır, ben de peki öyle olsun deyip eşyalarımı topladım ve Haşim ile evlerine gittim.

Güzel sıcak bir duş sonrası misler gibi uyudum 07:00'ye kadar. Üzerimdeki kirlileri de makinaya attılar yıkansın diye. Haşim bir tepsi ile geldi bu arada duş sonrası; menemen, yoğurt, kayısı ve kiraz dolu. Menemene dokunmadım ama yoğurt ve meyvelerden biraz götürdüm. Haşim bir de elime uzun burgulu imamesi gümüş, kehribar bir tespih sokuşturdu; bu sana yakışır, kullandıkça beni anarsın diye. Ne diyeyim !.. Ne güzel insanlar bunlar. Her dakika daha da çok mahçup ediyorlar beni, sınırları aşan misafirperverlikleri ile. 62 yıllık ömrümde böyle candan dostluk, misafirperverlik görmedi bu Fakir. Yoktur böylesi...

~©~

Yorum Gönder

0 Yorumlar