Translate / Übersetzen / Traducir / 翻译

Bingöl, Yüzen Adalar, Muş

Bingöl Ilıcalar

5-6 saatlik güzel bir uyku sonrası 06:00 gibi uyandım. Dün karar verdiğim, yukarılara suyun kaynağına doğru yürüyüşe çıktım. Kahvaltı için daha erken, dönüşte yapıp Yüzen Adalar ve Muş'a doğru yola çıkacağım.

Tesisin üstündeki arka kapıdan çıktığımda tesis duvarına bitişik, kaynağından gelen termal suyun bir kısmının tahliye edildiği boruyu ve önünde oluşan küçük havuzu gördüm. Borudan akan 40 derece sıcaklığındaki tertemiz şifalı sıcak sudan içtim.

Bu sıcak termal su biraz ilerideki tepenin dibinden açığa çıkıyor ve binlerce yıldır insanlar yararlanıyormuş. Bir süredir, sondajla derinden daha sıcak suyu çıkarıp bir kısmını buradaki iki termal tesiste değerlendiriyor, kalanını da borularla 20 km ötedeki Bingöl'e, şehrin içindeki termal otellere taşıyorlarmış.

Biraz yukarı çıkınca sodalı ılık suyun kaynağını ve oluşturduğu iki havuzu gördüm. Alttaki büyük ve derince ama üstteki küçük yer suyun asıl kaynak yeri. Baloncuklar yaparak zemindeki çakılların içinden kaynıyor ılık sodalı ve şifalı su. Bu suya mutlaka girmeliyim dedim, ama dönüşte. 


Hemen solunda da dağdan gelen buz gibi suyu gürül gürül akan bir çay var. Sağında solunda da sürekli sulanan meyve ağaçları ve dikilmiş sebze vb. dolu verimli bahçeler. Ilık sodalı su biraz aşağıda bu soğuk çay suyu ile karışıp aşağılara köye doğru benim arabanın yanından akıp gidiyor.

Bahçelerden birinde sulama yapan Halim Abiye rastladım. Merhabalaşıp tanıştık. 57 doğumlu, Ilıcalar köyündenmiş. Köyün eskiden vadinin yukarılarında olduğunu, deprem sonrası şu anki yerine aşağıya taşındığını söyledi. Derede akan soğuk suyun dağlardan nasıl kaynayıp geldiğini biliyoruz da sıcak ve ılık suların nasıl oluştuğunu biliyor musun diye sordum. Valla şu gördüğün tepeler, dağlar hep kireç taşıdır, hani şu inşaatlarda kullanılan, su ile karışınca ısınıp eriyen. Bence soğuk suyu sıcak hale bu kireç taşları getiriyor dedi. 

Bak abi dedim, senin anlayacağın dilden anlatmamı ister misin, bu termal sıcak sular nasıl oluşuyor diye. Anlat, dinleyeyim dedi. Ben de dünyanın çekirdeğinde güneş gibi, binlerce derece sıcaklıkta kaynayan, erimiş kaya ve madenlerin hamuru ve volkanik gazlardan oluşan mağma dediğimiz bir sıcak eriyik var. Hani şu volkan, yanardağlardan fışkıran lavlar var ya, onlardan. Dünyanın dış çeperini oluşturan, bizim de üzerinde yaşadığımız yer kabuğu ise bazı yerlerde inceliyor ve bu sıcak mağmaya yaklaşıyor. Daha doğrusu, mağma yer kabuğuna yaklaşıyor. Delip geçtiği yerlerde ise yanardağlar oluşuyor. Buraya kadar anladın değil mi diye sordum. Biraz düşünür gibi yapıp başını evet anlamında salladı. Bu dağlardan kaynayan dereler, çaylar, nehirler, kendiliğinden veya sondajla çıkan artezyen vb sular var ya. İşte yerkabuğunun ince olup sıcak mağmanın yaklaştığı yerlerdeki yeraltı suları burada ısınıyor, orada bulunan sodyum, magnezyum, sülfat, kalsiyum, potasyum, demir gibi minerallerle karışıp yeryüzüne çıkıyor. Termal sular da böyle oluşuyor dedim. He ya, çok doğrudur, böyle olması daha makuldür dedi. Gülüştük. 

Halim abiye buralarda yaşayan insanların ortalama ömrü ne kadar diye sordum. Havası güzel, suları şifalı ya... Valla 100 yaşlarında eskiden çok adam olurdu. Benim dedem de 110-120 yaşına kadar yaşadı. Babam 90 ama hasta. Ben de şeker hastasıyım. Sol gözüm de görmüyor, içine giren bir tahta parçasından dolayı dedi. Geçmiş ve ömrün uzun olsun Halim Abi...

Sohbetimiz devam ederken bahçe komşusu Ahmet Abi çıktı geldi. Biraz da onunla birlikte sohbet ettik ondan bundan. Birer selfi çekilip vedalaşarak ayrıldım.

Biraz sonra yukarılardan atıyla gelen Hacı Selim Abi ile tanıştık. Nireden gelir, nireye gidersin faslından sonra gel bir fotoğraf çekilelim deyip Selim Abi atın üzerindeyken alıverdim birkaç kare.



Ha, bu arada, dikkatinizi çekmiştir; bu bölgenin belirli bir yaşı geçmiş insanı iğne ile örülmüş bu delikli dantel siyah takkelerden takıyor. Halim, Ahmet ve Hacı Selim Abinin üçünün de kafasında ondan vardı. Rastlantı olmasa gerek.

Vadinin yukarılarına 4-5 km yürüdükten sonra soğuk akan çayın bir bentle basamaklandırıldığı, aynı zamanda yolun devamı için kullanılan yerden geri döndüm. 




Bu arada vadideki yolda şu iri, hatta dev karıncaların oluşturduğu bir konvoyu, daha doğrusu kervanı gördüm. Kervan diyorum, çünkü hepsi de ot çöp, tohum, hatta küçük taş vb taşıyorlardı harıl harıl, durmaksızın. Yükünü alan yuvaya doğru, boşaltanlar ise geriye doğru. Öyle hızlı gidiyorlar ki şaşarsınız. Ama hiç çarpışmıyorlar. Müthiş bir kaos ahenk dengesi var. Hayranlıkla seyrettim onları bir süre. 

Yüklerini tahminen aldıkları bölgeden yuvalarına kadar olan mesafeyi adımladım. Tam 117 adım. Bir adımı 60-65 cm saysak, 70-75 metre yapar. Kervanda, hani şu bizim pisi pisi otu deriz ya, giysilere falan girdi mi ok ucu gibi olduğundan kolay çıkaramazsınız. Karıncaların çoğu işte o ottan taşıyorlardı yuvalarına. Kendi boylarının misli misli büyük uzunlukta otları öyle maharetle taşıyorlar ki. Acaba dedim, bu uzun otları yuvanın içine nasıl sokuyorlar. Gidip baktım. Yuvanın dar ağzında biraz çarpışma ve karışıklık oluyor ama bizlerin aksine öyle hiç ağız dalaşı yapmadan, kavga etmeden bir şekilde sokuyorlar derinlerdeki galeriler şeklindeki birbiri içine geçmiş metrelerce uzunluktaki yuvalarına.

Bir garibim karınca da, kendi ağırlığının belki on katı fazla bir taş parçasını taşımaya çalışıyordu zorlanarak. Niye taş diye sordum kendime, karıncaya sorup cevap alamayacağımı bildiğim için. Herhalde dedim, bu da karıncaların bizim reyizin beşlisi gibi, milletin a'sına be'sine koyan müteahhitleri benzeri, betonu seven inşaatçi biri olmalı !..

Giderken kararlaştırdığım gibi sodalı ılık suyun kaynadığı billur gibi tertemiz suya üzerimdekileri çıkararak girdim. 

Yarım metre derinlikteki bu küçük kaynak havuzunun zeminindeki çakılların arasından kaynayan suyun çıkardığı baloncuklar vücutta öyle güzel bir masaj etkisi yaratıyor ki yaşamak lazım. Ben şanslıyım, yaşadım. Şifalı sudan kana kana içtim. Bir yarım saat daha suda kaldıktan sonra çıktım.

Güneş doğal kurulanmayı hemen yaptı, giyindim ve aşağıdaki havuzda suya giren kişinin yanına gittim. Adil imiş adı. Buranın yerlisiymiş. Suyun kaynağı yukarıdaki küçük havuz, daha temiz orası deyince, burası daha derin ve geniş, onun için buraya giriyorum dedi. Biraz sohbet edip vedalaşarak ayrıldık.

Tesisin çıktığım arka kapısından giriş yaparak çayın kenarına kurulmuş, otantik kilim desenli minder, hatta masa ile döşenmiş çardaklardan birinin gölgesinin derinliğine oturarak biraz dinlendim ve sabahtan bu yana yaşadıklarımı, bu notları yazdım. Notlar bitti, şimdi araca gidip yola çıkış için hazırlık yapma zamanı. Hemen karşımdaki kafeden dün gece verdiğim, derin dondurucudaki buz kasetlerimi alayım önce. Sonra güzel bir geç kahvaltı, ki saat 11:00 oluvermiş, sonra Ilıcalara veda edip Yüzen Adalara doğru yola koyuluş...


Bunlar da vadide rastladığım, dikkatimi çekip makro olarak fotoğrafladığım minicik çiçeklerden:

            

            


Yüzen Adalar

Yüzen Adalar olarak bilinen bu tabiat kültür mirasımız Muş karayolundan 5 km içeride tepede çok şirin güzel bir köy olan Hazarşah'ı geçtikten hemen sonra aşağıdaki vadinin çukurunda yer alan sulak, yeşillik bir alanda.


Harzemşah Köyü

60m derinlikteki Krater Gölü üzerinde bulunan toprak kalınlığı 30 santim ile 1.5 metre arası, suyun üzerinde yüzen iki küçük bir büyük 3 yuvarlak adanın bulunduğu, yaklaşık 400 m2 büyüklüğündeki bir gölcük. 

Adayı çevreleyen çimenlik ve sazlık alanın altı da su ve bastığınızda yerler sünger gibi içeri çöküyor. 

Sedat adında bir yüzen ada salcısı var isteyeni 10 liraya adaların üzerine çıkarıp sırığı ile adadan adaya atlatıp gezdiriyor. Ben de gezdim ama Sedat'ın misafirperverliği sayesinde para vermedim. Hatta bir ara Sedat'ın yamaklığını yaptım, müşterilerini gezdirdiği, kıyıdan açıkta kalan adayı kenara çekmek için uzattığı sırığı çekerek...




Yüzen adaları ve çevreleyen sulak alanın etrafına üstü çatılı ahşaptan sundurmalı bir yürüyüş yolu yapmışlar. Bir tur attım. Soğuk içecek ve dondurma satan açık büfede soğuk bir maden suyu içtim. İsmail, Süleyman ve sonradan gelen Melik ile tanıştım. Konuşkan ve akıllı çocuklar. Kendi aralarında Zazaca konuşuyorlardı. Sordum, Kürtçe ve Zazaca birbirine benziyor mu, yoksa farklı mı diye. Birbirimizi anlamayacak kadar farklı abi dediler. Tunceli ve Erzincan'ın tamamına yakını, Bingöl'ün yüzde 80-90'ı Zaza imiş. Tunceli, Erzincan, Muş ve Varto'dakiler alevi, Bingöl ise Sünni Zaza imiş.

Konu enflasyona ve zamlara geldi bir şekilde. Abi, iki hafta önce senin geldiğin yakındaki Bingöl Ilıcalar'a gittik dört arkadaş. 1200 liramız vardı yetmedi, durum çok kötü dediler. Durum gerçekten kötü. Ülkenin her yerinde vatandaşın cebi yanmaya başladı. Benim bir tezim vardır her daim inandığım; bizim insanımızın canı ve cebi yanmadan aklı başına gelmez diye. Bakalım bu kötü, kötüden de ötü fecaat gidişat tezimi doğrulayacak mı ?..

Yandaki tepenin üzerine ahşap merdivenle çıkılan ahşap bir seyir tepesi pergolesi yapmışlar. Çıkıp tepeden birkaç kare fotosunu aldım yüzen adaların.

Bunlar da Yüzen Ada çayırlığında görüp çektiğim çiçeklerden:

            

            

Dağlardan 5 km kadar inip Yüzen Adalar kavşağına geldiğimde Bingöl Muş yolunun Muş tarafında duraklamış gezgin bir bisikletli görüp aracımı önüne çekerek yanına gittim. Adının Danny olduğunu öğrendiğim, bankacılıktan istifa edip bisikleti ile dünya turuna çıkan Danimarkalı canayakın, hoşsohbet arkadaş tam bir yıldır yollardaymış. Türkiye'den sonraki ilk hedefi Gürcistan olan Danny ile Türkiye, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, İran ve Türkistan'daki Türki Cumhuriyetler hakkında uzunca sohbet ettik. 

8 km ilerideki Solhan ilçesinde konaklayıp güzelce dinlenmeyi planlayan, sıcakta pedal sallamaktan bitap düşmüş Danny'e, oradan geldiğim, hemen 5 km içeride yukarıda görünen tepelerin ardındaki vadide bulunan Yüzen Adalar adı verilen tabiat harikası hakkında bilgi verip rotasını değiştirip Yüzen Adalar'a giderse pişman olmayacağını, orada bulunan kafede de birşeyler yiyip dinlenebileceğini, hatta konaklayabileceğini söyledim. 

Telefonundan inceleme yaparak, orası baya yukarıda, o tepeyi tırmanmayı gözüm yemiyor bu yorgunlukla, Solhan'a ise bundan sonrası yokuş aşağı, Solhan'dan taksi tutar giderim olmazsa dedi. Ben de, haklısın, baya bir yokuş tırmanman gerekecek dedim ve beş altı gün içinde Van'da olacağımı söyleyerek olabilirse Van'da buluşma planı yapıp telefonlarımızı paylaşarak vedalaşıp ayrıldık. Yolun açık, kazasız belasız olsun Danny arkadaş...


Surp Garabet Manastırı

Rotamda şimdi sıra 15-20 km sonra soldan 10 km kuzeye saparak gideceğim, Muş il sınırı içindeki Yukarıyongalı Köyü yakınındaki Surp Garabet Manastırında. İsmail'in dediğine göre Yukarıyongalı'nın Zazaca adı Diğeri imiş ve orayı öyle bilirlermiş. Bir de Ermeniler Manastıra yakın olduğu için o köyün tamamını satın almak istemişler ama köylü razı gelmemiş. Ayrıca, köyde Ermenilerin giderken bıraktığı çok hazine olduğu söyleniyormuş. Muş'un yanısıra, hemen her yerde bu tür efsanevi hikayeler anlatılır, birileri bu hazineyi bulur, yoktan zengin olur filan...

Manastıra gitmek için Bingöl Muş yolunda Solhan'ı geçtikten sonra sola, yukarıya dağlara doğru Yukarıyongalı (Diğeri) köyüne döndüğümde, Zazaca'dan başka dil bilmediği için zar zor Farsça karışık (sanırım Zazaca Farsça'dan etkilenmiş, en azından sayılar) 56 (pencü şeş) yaşında olduğunu öğrendiğim Fatma Kardeşi telefonumdan birşeyler bakmak için durduğum bir evin gölgesinde yanıma gelir buldum. 

Zazaca birşeyler anlatmak istedi ama yaptığı işaretlerden kendisini yukarıdaki köye bırakmamı istediğini anladım. Ön koltuk malzemelerim ile dolu olmasına rağmen boşaltıp Fatma'ya yer açtım ve birlikte Değeri köyü, daha doğrusu yaylasına kadar döne döne, çıka çıka gittik.

Bir kelime bile Türkçe bilmeyen, belki biraz anlayan ama konuşamayan Fatma Bacı yaşını pencü şeş, yani 56 olarak söylemişti, ya da ben öyle anlamıştım ya; Fatma Bacı aslında çok daha yaşlı gösteriyor. Daha sonra köy camisinin yanındaki köylülerden öğrendim ki Fatma Bacı 72 yaşındaymış. Köylüler ayrıca dediler ki; 16'sında evlendiğinden yaşını 56 göstermiştir. Evlendiği yıl mı hayata gelmiş, ondan önceki 16 yılı yok mu saymış yani ?.. 

Bu konuda, Denizli'de sağlıkçı olan değerli insan Gülay Hanımdan bir hoş sohbet sırasında edindiğim bilgi bu farkı anlamama yardımcı oldu. Şöyle ki; Arap kültüründe kız çocuklarının yaşı, 10-16 yaş aralığı olan buluğ çağında adet görmeye başladıkları zamandan itibaren sayılır ve o yaştan sonra evlenmeye müsait oldukları kabul edilirmiş. Demek ki Zaza kardeşlerimiz de Arap kültürü ve adetlerinden etkilenip kız çocuklarını evlendirdikleri zamanı yaşları için milat kabul etmişler...

Kendisini köy camisinin hemen yanında bıraktım. Arabamı gölgeye park edip ikindi namazı için camiye gelenlerle selamlaştım. Fatma kardeşi aşağıdan getirip bıraktım deyince Türkçe konuşan içlerinden birisi keşke daha ileriye bıraksaydın dedi. Nedir, tam anlayamadım nedenini; ırk, mezhep farklılığı mı, yoksa husumet midir nedir !.. 

Olmasın böyle ayrımlar, karpuz gibi bölünmeler aramızda, olmasın. Emperyallerin tam da istediği şey bu; bizi içimizden parçalayarak bölmek. Tarihte bunu defalarca yapmadılar mı? Hiç durmadan devam eden bu bölmeye çalışma süreci en son Birinci Dünya Savaşı sırasında yüzlerce yıldır kardeşçe birlikte yaşadığımız Ermeni komşularımızı bize karşı kışkırtıp karşılıklı zulme ve kıyıma sebep olmadı mı !.  Olmasın, artık daha fazla olmasın. Birlik olalım ve izin vermeyelim bu hain emele...

Köy, 1400 rakımlı Muş Ovasından 600 metre daha yüksek irtifada, devamlı kalanlar olmasına rağmen daha çok yayla olarak kullanılan ana yoldan 10 km içeride, virajlı döne döne çıkılan bir yolu olan tepelerde güzel bir mezra.

Camidekiler namazlarını bitirip çıkıncaya dek etrafımı saran çocuklarla muhabbet edip şeker verdim. İlk üç Meral, Ensar ve Yıldız'dı. Sonrası çorap söküğü gibi geldi çocukların ardı arkası kesilmeden.

Bir alan, kardeşime, arkadaşıma diye bir tane daha istiyordu. Onlardan biri biraz sonra arkadaşını da alıp şeker istemeye gelince, arkadaşına ver diye sana iki tane verdim, ne yaptın vermedin mi deyince, kıkırdayarak ikisini de yedim dedi. Sözünü tutmadığın için sana şeker vermemem gerekir ama bu senden ziyade arkadaşına ceza olur ki onun suçu yok deyip arkadaşına çıkarıp bir şeker verdim.

Bu arada namazdan çıkan genci yaşlısı caminin yan duvarına bardak gibi sıralanıp oturdular. Sağdan sola; Sait Aslan, Muhtar Suphi, Abdulsamet, Ahmet, Muhtarın babası Salih, Köroğlu Amca (hanımını yeni kaybetmiş, 82 yaşında) ile sohbet ettik bir süre ve fotoğraf çekildik. Muhtar Suphi bir termosa yandaki çeşmeden buz gibi su doldurup ikram etti. Kana kana 3 bardak içtim. Sonra eskiden muhteşem bir yapı olan fakat günümüze birkaç duvarı bir de ahır olarak kullanılan kapalı bir alan dışında hiçbir şey kalmayan manastırı ve köyü gezmek için izin istedim. Tabii ki her dakika sayıları çığ gibi artan çocukları peşime takarak...

Şekeri yiyen çocuklar başladılar bu sefer abi bir dahaki gelişinde top getirir misin, oyuncak araba getirir misinden başlayan binbir türlü farklı istek ve siparişe. Tablet bilgisayara kadar vardı talepler. Ben de, ironik olarak; televizyon, buzdolabı filan isteyen var mı diye sorunca, bir çoğu ben ben ben diye parmak kaldırdı :))

Her neyse, arabaya dönünce siparişlerinizi deftere yazayım, yoksa unuturum diyerek çocuklarla gezmeye başladım eskiden içinde 300 kişi yaşayan ve on dönüm alana kurulmuş muhteşem bir manastırı olan köyü. Her şeyden önce, işte o manastırın iki eski fotoğrafı: 


Kaynak: Google Maps
Armen Arevyan, Jilber Berberoglu

Vaftizci Yahya'ya (St. John) atfen Kutsal Müjdeci anlamına gelen Surp Garabet Manastırı ve Kilise, tarihi Taron bölgesinin dini merkezi ve önemli bir hac mekanıymış. Eçmiadzin'den sonra dünyadaki en önemli Ermeni manastırı kabul edilen manastır 12. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Taron'un episkoposluk makamı olmuş. 1915 Ermeni olayları sırasında yakılmış ve yağmalanmış, sonrasında ise terkedilmiş. Taşları, bulunduğu köy dahil olmak üzere çevrede kullanılmış. Yahya'nın kalıntılarının, 301'de Ermenilerin paganizmden hristiyanlığa geçmesini sağlayan Aydınlatıcı Grigor (Krikor) tarafından bölgeye saklanmış olduğuna inanılmaktaymış. Manastır sonraları kendilerini Vaftizci Yahya'nın kutsal savaşçıları ilan eden Mamikonyanların sığınağına dönüşmüş, birçok kez genişletilmiş ve yenilenmiş. (Kaynak: wikiwand.com)

Manastırın akibeti ile ilgili anlatılanlar ise birbirinden farklı. Muhtara göre, Ermeni mezalimi sonrası canları yanan köylü gelen Türk askerine bu kiliseyi topa tutun, yerle bir edin demiş, öyle de yapmışlar. Zamanın valisi Tevfik Sırrı Gür'ün yıktırıp taşlarının çeşitli kamu inşaatlarında kullanıldığı da başka bir anlatım.

Ertesi gün Muş'ta bu manastır ile ilgili bir başka ilginç iddia duyunca bloğumun manastır ile ilgili kısmını güncellemeden rahat edemedim. Anlatım şöyle idi: Manastırda bulunan İsa'nın havarilerinden birinin (ki bu Vaftizci Yahya olmalı) kemiklerini Vatikan istemiş ve mezarında bulacağınız altın vb. ne olursa sizin olsun, bize kemiklerini getirin yeter demiş. Yakın zaman önce gerçekleşen bu olayda istenilen de yapılmış !..

Gerçek olan ise yapının taşlarının köydeki evler dahil, Bingöl'den Muş'a kadar birçok yere taşınıp inşaatlarda kullanılmış olması. Eski Muş Belediye Binası buradan götürülen taşlarla yapılmış diyorlar. Yarın gidip Belediye binasını inceleyeceğim. İşte bunlar da manastırdan kalanlar:





Çocuklar, hem de onlarcası, Fareli Köyün Kavalcısı misali peşimde, yanımda, önümde, her yerde. Abi şurdaki evde eski taş var, bak abi buradaki daha ilginç gel çek fotoğrafını diyen, aklı hala topta kalıp abi gelirken bir değil de iki top getirsen, ya patlarsa diyen...


Çok keyifli idi aslında çocuklarla köydeki evlerde kullanılmış eski manastır taşı arama turu. İşte o taşlardan bazıları:






















               

               

Bu taşlar da taş işçiliğinde mahir Türklerin evlerini devşirme taşlardan yaparken esinlenerek oydukları ay yıldızlı, tarihli taşlardan ilginç bulduklarım. Dikkatinizi çektiyse, bazıları daha önce Türkler tarafından yapılan eski binalardan alınarak şu anki binanın yapımında kullanılırken ters yerleştirilmiş.



Ve köyden birkaç insan manzarası...


             

Turu bitirip çeşmeden boşalan şişe ve bidonumu buz gibi dağ suyu ile doldurduktan sonra çocuklara zorla veda ederek bu bol çocuklu köyden ayrıldım. Zorla, çünkü arabanın etrafından ayrılmıyorlar sipariş üzerine üzerine sipariş yağdırarak. İçlerinden akıllı olan biri abi hani deftere yazacaktın demesin mi? Şimdiki çocuklar bir alem. Yerlere yatıracaktı beni gülmekten... :)) 


Murat Köprüsü 

2000'lerden 1400'deki Muş Ovasına inip doğrudan Muş Varto kavşağına yakın Tarihi Murat Köprüsüne gittim. Murat Nehri üzerinde 13. yüzyılda Anadolu Selçuklu döneminde inşa edilmiş, 12 sivri kemerli, 5 metre genişliğinde, 190 metre uzunluğundaki bu güzel köprü 2002-2009 arasında karayolları tarafından onarılmış. 




Nehrin her iki yanında büyük bir alan Muş Valiliği tarafından düzenlenerek 2020'de Doğa Severlere Muş Valiliğinin Hediyesidir sloganı ile Sultan Alparslan Parkı adında bir rekreasyon alanı oluşturulmuş. Lakin parkın içindeki birçok tesis daha ya tamamlanamamış, ya da yeni tamamlanmış ama faaliyete geçmemiş durumda. Üstelik her yeri, yürüyüş yollarını kapatacak şekilde ot ve diken basmış, bakımsız görünümde.

1071'de Bizansa karşı yaptığı Malazgirt Savaşı ile zaten binlerce yıldır Anadolu'da bulunan Türklere kapının bir kere daha açılmasını ve bu sefer Oğuz Türklerinin Türkmenistan'dan ata yurtları olan Anadolu'ya akın akın ters göç etmesinin önünü açan Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan (1029-1072) Muş için önemli bir tarihi figür ve sembol. Savaşın gerçekleştiği Van Gölünün kuzeyindeki Malazgirt ise Muş merkeze yaklaşık 100 km uzaklıkta.


Atayurt Sultan Alparslan Otağı

Parktaki tesislerden birisi de Atayurt Muş Sultan Alparslan Otağı adında; Türkistan ülkeleri Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan'da gördüğüm, oralarda bozüyük veya yurt denilen yuvarlak keçe çadırlardan her bir mevcut Türk Devleti adına kurulmuş bir tarih ve kültür noktası. Daha faaliyette değil ama geçmeden de çürüyüp gidecekmiş veya parçaları çalınacakmış gibi duruyor.


Girişi, sağlı sollu kadim Türk Devletlerinin tarihini kısaca anlatan bilgi levhaları ve bayrakları ile donatılmış. 


Bazı tarihler yanlış olmakla birlikte tarihte hüküm sürmüş Türk devletleri şu şekilde sıralanmış:

 • Hun İmp. (MÖ 220 - MS 216)

 • Batı Hun İmp. (MÖ 434* - MS 469) * Yanlış: MÖ 56 olacak...

 • Avrupa Hun İmp. (375-454)

 • Ak Hun İmp. (430-470)

 • Göktürk İmp. (552-745)

 • Avar İmp. (562-823)

 • Hazar İmp. (651-985)

 • Uygur Devleti (745-840)

 • Karahanlı Devleti (840-1212)

 • Gazne Devleti (963-1183)

 • Büyük Selçuklu Devleti (1037-1194)

 • Harzemşahlar Devleti (1097-1231)

 • Altınordu Devleti (1236-1502)

 • Timur İmp. (1370-1507)

 • Babür İmp. (1526-1858)

 • Osmanlı İmp. (1299-1922)

Türkiye Cumhuriyeti'ni unutmuşlar ne yazık ki. Onu da ben ekleyeyim:

TÜRKİYE CUMHURİYETİ (1923- ∞)


Milli Egemenlik Saati

Milli Egemenlik adına Muş Valiliği güzel bir saat kulesi yaptırmış ama dört kenarındaki dört saatin her biri farklı bir zamanı gösteriyor. Sadece birisi 20:37 olarak doğru zamanı gösterirken, diğerleri onar dakika farkla 27, 47 ve 57'yi gösteriyor. Saatler farklı, kalite ve kalibrasyon problemi yüzünden farklı olabilirler ama aralarında tam olarak onar dakika fark olmasını anlayabilmiş değilim !..

Saat Kulesinin hemen arkasında, Selçuklu Yürüyüş Yolunun üzerinde Gençlik ve Spor Bakanlığının Muş Gençlik Merkezi Kitap Kafe adında ahşaptan bir kafe var ama kapalı. Ne anladım ben bu işten. Madem yaptın, niye açık tutmuyorsun !..

Yürüyüş Yolu boyunca bulunan Osmanlı kurmalı çeşmelerden ise sodalı kaynak suyu akıyor. Bakın bu güzel işte, beğendim...

Jandarmaya bağlı olarak 8 yıldır korucu olarak çalışan Muş Sungu'lu Arafat ile tanıştım. Parkta emniyet ve güvenliği sağlamak, hırsızlığa mani olmak için bekçi gibi görev yapıyorlarmış jandarma karakoluna bağlı olarak. Tesisler yeni yapılmış ve daha faaliyete geçmemiş ama gelip tesisat vb. söküp gidenler oluyormuş. Yüzeyinde sakin görünüp altında girdaplı akıntı olan, her sene yüzenlerden, kıyısında yün yıkayanlardan birkaç can alan Murat Nehri'nin bugünlerde debisi de yüksekmiş, üzerindeki iki barajdan su salındığı için. 


Murat Nehri.
Muş, karşı dağın eteğinde...

Yakın zamana kadar dedi, şu Muş'un arkasındaki dağlar, Diyarbakır ve Bingöl tarafı terörist doluydu. Gidip leşlerini (!) alıp geliyorduk. Şimdi birşey kalmadı, tertemiz dedi. Ben de, esas bu ülkeyi içten yıkmak isteyenler, bu teröristler ve içimizdeki vatan haini piyonlar aracılığı ile dedelerimizin din, dil, ırk ayırt etmeden kardeşçe birlik olup şehitler verdiği İstiklal Savaşımız sonunda egemenliğini sağladığımız bu toprakları parçalayıp Türkiye Cumhuriyetimizi yok etmek istiyorlar dedim. Anladı mı bilmiyorum ama haklısın abi dedi. Tamam tesisler açılmamış daha ama çeşmelerden buz gibi sodalı su akıyor deyince, abi o çeşmelerden su günde birkaç saat akar, şanslıymışsın akarken denk gelmişsin, sodalı modalı da değil, borularda bekleye bekleye sana soda gibi gelmiştir dedi. Eyvah ki eyvah... :))

Arafat bana çay ikram etmek istedi arkadaşlarının yanına gelince ama sivrisinekler giderek artmaya ve yakmaya başlayınca çayı mayı düşünmeden, içmiş kadar oldum, teşekkürler Arafat Kardeş deyip vedalaştık. Günbatımı sonrası manzara çok güzel ama biran önce kaçmalıyım, ovanın kenarındaki dağın yamacında bulunan Muş'a. Hem orada sinek minek yokmuş... 



Muş

Muş kavşağında babasıyla güttüğü keçileri ağıllarına götüren bir çocuğa rastladım. Adı Süleyman'mış, ruhu huzur bulsun, rahmetli babamın adı. Gel sana şeker vereyim dedim. Geldi, şekerin yanında bir de kalem vermek istedim, kalemi almadı. Okula giden kardeşin var mı diye sorup evet deyince; kalemi uzatıp, o zaman bu kalemi de ona ver olur mu dedim. Aldı ve uzaklaştı. Ben de Muş'a doğru yakınlaştım...

Şehrin girişinde, bu bölgede hemen her şehrin, ilçenin giriş çıkışında bulunan polis jandarma kontrol noktalarından geçerken farımı kapattım. Sıra bana gelince, diğerlerine tek tek kimlik güvenlik kontrolü yapıp bekleten polis arkadaş beni kontrol etmeden geçiniz işareti yaptı. Yanından geçerken de beni farlarınız kapalı diye uyardı. Sizin için kapatmıştım deyince o güleç ifadesiyle teşekkür etti ve el salladı.

Kontrol noktasını biraz geçtikten sonra Opet istasyonunda depoyu fulledim. Bu sefer Tunceli'den Muş'a yaptığım 340 km için 703 törkiş lira saydım. Mazota geçen gün 2.5 lira gibi indirim yapılmış. Biraz sevindirik oldum. Hani kanseri gösterip sıtmaya razı etmek gibi, durumumuz o vaziyette. Padişahın vergi üzerine vergi salması hesabı, çıldırıp oynamaya, oynatmaya az kaldı !..

Depoyu fulledikten sonra direkt Dağcı Ömer Abinin kardeşi Çağatay'ın 11 yıldır işlettiği, Muş'un aşağılardaki yeni şehrini dağın yamacındaki kadim eski şehre bağlayan, her daim hareketli, 4 km uzunluğundaki Atatürk Bulvarının üzerindeki dükkanına gittim. Ömer Abisinin selamını iletecektim ki o benden daha atik davranıp Muş'a holgelmişsin Sadık Bey, Ömer Abim arayıp geleceğinizi söylemişti dedi.

Muşlu Dağcı 
Ömer Faruk Gülşen Abim
(Gürcistan, Temmuz 2017)

Tanışma faslından sonra dükkanın önüne oturduk ve sohbet ettik. Oğlu Kadir gelince de kendilerine yaptıkları ekmek içi köfteden bana da ikram ettiler. Sabahtan beri su ve kahve haricinde mideme birşey girmediği için doymayınca üzerine bir de çiğ köfte dürüm yedim ve aklım, daha doğrusu midem başıma geldi. Gelen müşteriler ve dışarıya yaptıkları servisler hariç geceyarısına kadar oturup sohbet ettik, genellikle Eski Muş'tan.

Muş'un son yüzyıl içindeki tarihinde birkaç kez bozulduğunu, yukarıda dağın yamacında bulunan Eski Muş'ta bulunan Ermeniler gittikten sonra Eski Muş'un tarihi dokusunun korunamadığını, kendi evlerinin de bulunduğu eski ev ve yapıların çoğunun yıkılıp çok katlı TOKİ evleri yapıldığını, sadece çarşının bulunduğu küçük bir kısmın kaldığını söyledi. Ermenilerin üzüm bağlarının da az bir kısmının kaldığını, kendilerinin de küçük bir bağı olup kendisinin bakımını yaparak korumaya çalıştığını söyledi. Bağlarında küçük siyah daneli bol şıralı bir kara üzüm çeşidi olduğunu, elinden geldiğince iyi bakmaya çalışmasına rağmen hastalıklardan dolayı verimin düşük olduğunu, sorduğumda, üzümün cinsini bilmediğini söyledi. Yaptığım araştırmada bu üzümün Muş bölgesine has Kara Vakkas veya Keçi Memesi üzümü olabileceğini söyledim. Çağatay, son bozulmanın da Muş'un 2000'den sonra güneyden, bilhassa Batman Sason ve muhtelif yerlerden aldığı göç ile olduğunu söyledi...

Geceyarısı dükkanı kapattıktan sonra beni arabasına alıp yarın yürüyerek iyice gezeceğim Eski Muş'u bana gidip görmem gereken yerler hakkında fikir vermesi açısından şöyle bir tur atarak gezdirdi ve beni dükkanın yanında aracımın olduğu yere bıraktı. Arabımı hemen aşağıda, Atatürk Caddesinin başlangıç noktasındaki kavşağa yakın, Muş Bitlis yolu üzerindeki Opet'e çektim ve sabah 08:00'e kadar bir güzel uyudum...

~©~

Yorum Gönder

4 Yorumlar

  1. sadık ben FYO dan mak muh burhan tüzüntürk rotanı whatsap ta yazmıştın.yalnız geziyorsun anlasılan.ve araçta geceliyorsun.Aracın nedir station vagon veya ona benzer bir şey mi . Aylık yaklaşık giderin ne oluyor.Bu soruları daha once soracaktım ancak böyle daha iyi oldu.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba Burhan Abi,
      Haklısınız, yalnız geziyorum ve yalnızlığın tadını çıkarıyorum bana hareket serbestliği verdiği için. Zaten gittiğim her yerde birçok kişi ile tanışıp sohbet ediyorum.
      Aracım Nissan X-trail 2.0 DCI. Dört çeker SUV arazi aracı. 2000 motor dizel ve masrafımın en az yüzde sekseni mazota gidiyor. Aracım 100 km'de 7-8 litre gibi yakıyor. Araçta yatıyor, konaklamaya hiç para vermiyorum. Arkadaki ikili ve tekli koltuklardan tekli olanı yatırıp şişme yatak ve uyku tulumu ile çok rahat yatıyorum. Bagajda ikili koltuğun arkasına gelen kısımda da koliler içinde yiyecek, temizlik ve kamp ocağı, soğuk kutusu, kamp sandalyesi gibi eşyalarım ve malzemelerim var. Giysilerim de arkada ikili koltuğun üzerinde. Ön yolcu tarafı boş. Araç, WC duş hariç tüm ihtiyaçlarımı karşılıyor. Konaklamayı genellikle şehir merkezine yakın Opetlerde ve yanında suyu wc'si olan cami gibi yerlere yakın güvenli yerlerde yapıyorum. Aylık masrafım daha çok yaptığım kilometreye ve kendimi şımartarak dışarıda yediğim yemeklere bağlı olarak değişiyor ama çoğunlukla arabada yiyorum. Daha fazla bilgi için istediğiniz zaman beni sesli arayabilirsiniz.
      Sağlıcakla, doğa ile, huzurla...

      Sil
  2. Her yer kendine has güzellikler barındırır. Elbette bazı güzellikler utangaçtır, böylesi yerleri fark etmek için bakmak yetmez görmeyi bilmek gerekir. Çünkü bakmak şahitliği, görmek derinliği ifade eder. Bakmak sadece gözle olur. Görmek,akıl,kalp ve gözün devreye girmesiyle gerçekleşir. Bakmak bir göz hareketi, görmek bir şuur faaliyetidir. Anlatımınız tam olarak benim için bu minvaldedir.👏👏

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Nazik yorumunuz için teşekkürler Soner Öğretmenim. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Denizli'ye beklerim. Görüşmek dileği ile her şey gönlünüzce olsun. Sağlıcakla, doğa, akıl ve bilim ile, huzurla...

      Sil