Tunceli / Dersim
Sabah beşteki gündoğumu ile birlikte güneş direkt arabaya vurduğu için Fin değil ama Dersim'in sauna ızdırabına fazla dayanamadım ve kalktım. Dersim'e geçmişte çektirilen cehennem azabının hıncını alıyor benden diye düşündüm, lakin yanlış adamı hedef aldığını bilmiyor ki... ;)
Son günlerde pratik ve besleyici olduğu ve çok beğendiğim için klasik vazgeçilmezim olan sıcak suda yulaf müsli, öğütülmüş buğday-arpa-dutkurusu, pekmez, kiraz ve kahve ile kahvaltımı yapıp sırt çantamı hazırladım ve göl kenarından eski Tunceli'ye, daha doğrusu Dersim'e doğru yürüyüşüme keyifle başladım.
Size daha önce bahsetmedim ama bir hafta önce Diyarbakır merkezde, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin hemen yanındaki, temizliğine ve düzenine hayran olduğum Opet'te gecelerken vücudumun her yerini sinek kovucu sürdüğüm halde, göremediğim, sesini duyamadığım birşeyler ısırmış, her tarafımı yakıcı bir acı bastığından sabaha kadar uyuyamamıştım. Yanma ve kaşıntıdan ağlama noktasına geldiğimi söyleyebilirim. Daha sonra vücudumun hemen her yerinde kaşıyınca kanayan sert kabarıklıklar oluşmuş, bugüne kadar da beni rahatsız etmişti. Bir ara maymun virüsünden şüphelenmiş, Google amcaya sorduğumda, yok maymun, goril vb. virüsü olamaz, sende ateş, halsizliik, lenf şişmesi, kabuk bağlama vb. semptomlar yok deyip beni rahatlatmıştı. Bununla birlikte, dün Munzur asma köprüde tanıştığım Diyarbakırlı gençlerden biri onların Diyarbakır'ın belası olan, karasineğin onda biri büyüklüğünde minicik siyah vampirler olduğunu söyleyince daha çok rahatladım, maymun virüsü değilmiş diye. Kayyum idaresindeki belediye, zamanında bu problemi kolaylıkla halledebilirmiş ama her nedense gözardı ediyor, halka zulüm çektiriyorlarmış. Hadi Diyarbakır halkı artık bu minik görünmez vampirlere alışıp bağışıklık kazanmış olabilir ama benim suçum ne sayyın kayyummm ?..
Kaşıyınca Nemrut kraterine benzeyen kabarıklıklar ve kaşınma dürtüsü geçmeyince bu sabah hastaneye gitmeye niyetlenmiştim dün gece. Hay aksi şeytan, sabah kaşıntı maşıntı kalmadı ama yine de hastaneye doğru yönelmiştim ki dağ gibi yüksek bir tepenin üzerinde bulunan hastaneye çıkıp inmek Ağrı'ya tırmanmaktan daha zor geldi bana ve vazgeçip Dersim'e doğru yürüyüşüme devam ettim.
Bu arada, Tunceli Belediyesi özel Kaleminden Cansu Hanım ile konuşup Kominist Başkan Maçoğlu ile öğleden sonra görüşebileceğimi teyit ettim.
Aşağıda, gölün ve dolayısı ile yolun içeriye doğru kıvrım yapıp bük oluşturduğu noktada meyve ağaçları ve bahçeler içinde birkaç ev görüp oraya yöneldim, yürüyüp bükün diğer ucundan yola çıkabilirim diye. Beni Kenan adında bir abi karşıladı, gel hele otur dinlen, sıcakta yorulmuşsundur diye. Askerliğinin acemilik kısmını Denizli'de yapmış Kenan Abi. Oradan da Ankara'ya Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayına geçip tamamlamış. Eskiden baraj gölü oluşmadan önce şu anda suyun içinde kalan bahçeleri varmış. Şimdi yolun kenarındaki bu dar alana sıkışmışlar başlarını sokacak bir ev ve birkaç meyve ağacı ile.
Ağaçlardan biri neredeyse 15m yüksekliğinde üzeri ceviz gibi iri kiraz dolu idi. Alttakileri yediklerinden ve Gulliver'in cüceler ülkesinde olmadığım için ne yazık ki uzanıp tadına bakamadım. Ama içimde kaldı o kocaman kirazlar. Birşey de demedim Kenan Abiye kirazlar ile ilgili, ayıp olur diye. Otur dinlen diye diye bitap düşmüş Kenan Abi ile bir selfi çekilip vedalaşarak ayrıldık.
Altından, göle dönüşmeden önce son akışlarını özgürce yapan ve biraz sonra Pülümür Çayı ile buluşacak olan Munzur'un aktığı köprüden geçip Ovacık, Dersim, Pülümür-Erzurum kavşağına geldim. Munzur üzerindeki köprüden çektiğim aşağıdaki fotoda, aşağıdan gelen Munzur, sol üstten gelen Pülümür Çayı, sağdaki ise baraj gölünün başlangıcı.
Tam kavşağı geçiyordum ki, gümmm, o da ne; Ovacık tarafından sağ şeritten gelip karşıya Erzurum tarafına gitmek için son anda direksiyonu sola kıran Erzurum plakalı Toyota, orta şeritten gelip sağa Yeni Tunceli'ye dönen araca sağ yandan bindirdi. Toyota'nın tamponu dahil ön tarafında kayda değer birşey görülmezken bindirilen SUV aracın sağ tarafı tamamen göçtü, ne kapı kaldı ne de kaporta. Hata tabii ki aniden dönüş yapan Toyoto'da. Medeni arkadaşlarmış, hakaret falan etmeden sakin sakin durumu değerlendiriyorlardı. Fazla zaman kaybetmeden devam ettim yoluma. Ne diyeyim, geçmiş olsun, beteri olmasın...
Dersim'e çıkan yokuş da yokuş hani. Eskiler akıllı adamlarmış. Yüksek yere kurarlarmış köylerini, şehirlerini. Şimdiki akıllılar ise ovaya, dereye, deve kuşu gibi nerede çukur var oraya gömüyorlar başlarını, pardon, evlerini. Sonrası sel, deprem ile cebelleşme...
Dersim'in kadim insanları da şehirlerini Munzur ve Pülümür Çaylarının akıp neredeyse dikey olarak birleştiği noktadaki vadilerin arasında kalan kayalık tepeye kurmuşlar şehirlerini. Yerleşim tarihçesi kalkolitik çağa (MÖ 5500-3500) giden Dersim'de yazılı tarih MÖ 2200'lerde Subarlar (Subar - Subir - Subartu - Sabir - Sibir Türkleri) ile başlıyormuş.
Azerbaycanlı Tarihçi büyüğüm, bilgem Prof. Dr. Firidun Ağasıoğlu'nun Urmu Teorisi'ne göre iki nehir (Fırat ve Dicle) arasının Bağdat’tan kuzeyde Subartu adlanan arazisi Proto-Türk Subarların ülkesi idi ve burada son Subar beyliği de MÖ 673'den sonra dağılmıştı.
Göbeklitepe'ye gelecek olursak ki Göbeklitepe ziyaretimi anlattığım bloğumda değinmiştim; bu durum kronolojileri değiştirecek çetin sorunlar ortaya çıkarmıştır ve Subar Türk Boylarının burada olması çok önemlidir. Bu bölge ve Anadolu, Atatürk'ün de dediği gibi 1071 sonrası değil, binlerce yıl öncesinden Ön-Türk yurdudur.
Konu ilginizi çekiyorsa lütfen Firidun Bey'in şu makalesine göz atınız:
https://gadtb.com/prof-dr-feridun-agasioglu-celilov-prototurk-dilinin-yarandigi-ilkin-atayurd-urmu-teorisi/
Bu kadim topraklar daha sonra Türk kökenli olan Hurrilerin kurduğu Hitit, sonrasında da sırasıyla Urartu, yine Türk boyu olan Medler, Pers, İskender Makedonyası, Türk boyu Partlar, Roma, Bizans, Sasani, Arap, tekrar Bizans, Selçuklular, Moğollar, Mengücekliler, Akkoyunlu, Osmanlı egemenliği altında kalmış, İstiklal Savaşımız sonrası ise ilelebet payidar kalacak Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kalacak, nokta.
Yokuşu tırmanıp tepedeki düzlükte Çarşı dedikleri alandaki Belediye'ye yaklaşmıştım ki başkanın özel Kaleminden Cansu Hanım arayıp başkanın acil bir işi için 15:00 gibi çıktığını, yarın sabah görüşebileceğimi söyledi. Yaklaşmışken, Belediye binasında başkanın odasının bulunduğu üst kata çıkıp Cansu Hanım ile tanıştım. Bana çay, su vb. ikramı yapıp ağırladılar. Telefonumu şarj ederken Arkadaş adlı bir derginin Eylül 2021 sayısındaki bir yazıya gözüm takıldı. Yazıda şöyle diyordu İsmet İnönü:
"Bir sergüzeştçinin birkaç macera kazanması onun sergüzeştçiliğini ortadan kaldırmaz".
Ben de kendimi sergüzeştçi, yani maceracı kabul edersem, genlerimde olan gezme ve macera arama ruhum kaybolmayacağına göre ebedi sergüzeştçi, macera seven olarak kabul edebilir miyim acaba kendimi diye düşündüm, düşündüm... Aslında pek düşünmeme gerek yok. Cevap tek ve değişmez. Evet...
Belediye'den 17:00'de mesai bitince personel ile birlikte zaruri olarak ayrıldım. Halbuki pek sevmiştim ikram edilen çay eşliğinde her tarafı kütüphane gibi binbir çeşit dergi ve kitap dolu olan bu serin ve huzurlu yeri.
Çarşıyı dolaşıp ilginç duvar resimlerinin fotoğraflarını çektim. Bazıları yarım kalmış şahaserler vardı ama neden yarım kaldığını anlayamadım. Sanatçının boyası, parası mı bitti, hukuki bir problem mi, yada başka birşey !.. Yarın bunu da Maçoğlu Başkana sorayım ;)
Dersim Sanat Sokağında Jela Ma isimli sadece kadınların işletip çalıştığı yöresel lezzetler sunan bir mekanda Gulik adında bir çorba gördüm. Merak edip içtim. Gulik, yüksek karlı dağlarda Mayıs, en geç Haziran başına kadar yetişen ıspanak, sonra öğrendim ki daha çok pırasa benzeri etenli, kalın yapraklı bir otmuş. Daha doğrusu, yabani dağ pırasası olarak da bilinen bu otun tadı ıspanak ile pırasa arasıymış ve C vitamini bakımından oldukça zengin olan gulik saçkırana, adet düzensizliğine iyi gelip mikrop söktürmesi bakımından sivilce, idrar enfeksiyonları ve açık yaralar için ilaç niyetine doğal antibiyotik olarak kullanılıyormuş. Aynı zamanda otlu peynirin içinde yer alan otlardan biriymiş.
Çorbasının yanısıra zeytinyağlı, yumurtalı vb muhtelif yemekleri ve böreği yapılabiliyormuş. Çorbasını, gulik, nohut ve kırılmamış tam buğday tanelerini terbileyerek yapıyorlar burada. Oldukça lezzetli bir çorba...
Canım kebap çektiği ve bu lokantada olmadığı için hemen birkaç sokak üstündeki Beyaz Saray Lokantasına girip Adana kebap ile akşam yemeği işini kapitalizmin serbest piyasa ekonomisinin kucağında hallettim. Ben mi onu, yoksa o mu beni halletti bu çıldırmış fiyatlarla, orası meçhul gari !..
Bu arada, Adana kebap yedim çünkü Tunceli'nin kendine özgü bir kebap çeşidi yok. Ya Adana yersin, ya Antep tava, ya da Hatay'ın testi kebabı...
Yemek sonrası eski Dersim'i biraz dolaşıp aşağıya Munzur kenarına indim. Flamingo adında canlı müzik yapan havuzlu güzel bir mekanda halay çeken küçük bir arkadaş grubu dikkatimi çekti.
Munzur derken, Munzur'un Pülümür ile birleşip baraj gölü olduğu kısmı değil, birleşme öncesi kendi öz suyunun aktığı Ovacık tarafını kastediyorum. Yeni Tunceli'de baraj gölü kenarında olduğu gibi buraya da güzel yürüyüş yolları, kafe, vb. tesisler yapmışlar. Gecenin üşüten serinliğinde güzel ışıklandırması ile hoşuma gitti doğrusu. Gündüz sıcağında ise yanıyor buraları. Onun için Flamingo'da havuz var ya, göl kenarındaki bazı tesislerde olduğu gibi...
Artık dört çeker dört teker otelime dönme vakti geldi. 7 kilometre, 1.5 saatlik yolum var daha yürüyerek gidilecek. İnsanlar kısa kollu, mini etekli falan ama hava da oldukça soğuk. Sabah sırt çantama atmamıştım rüzgarlığımı, hava soğumadan erken dönerim diye. Umarım hasta olmam. Hızlı hızlı yürüyeyim bari ;)
Yürüyüşüm sırasında iki şey dikkatimi çekti. İlki şehirdeki sahipsiz köpekler. Gece kaldırımlara sere serpe yatıp uyuyorlar, gündüz ise ortalıkta dolaşıyorlar. Hepsi de dev gibi büyük, Sivas kangalları gibi. Ama kesinlikle zararsızlar. Bunu bilmeyen, köpekten korkan, yerlisi yabancısı kişiler için problem oluyor mudur acaba diye düşündüm. Hele, köpekten korkmayanı bile çekindirip korkutabilecek bu cüssedeki köpekler !.. Bu durumdan şikayetçi olan Dersimlilerin sayısı az değil, köpeklerin sayısı da Tunceli'nin nüfusuna eşittir diyorlar. Bire bir yani. Hakkaniyet var, daha ne olsun... Diğer taraftan, şehrin simgesi olmuş bence bu zararsız devler. Yarın Maçoğlu Başkanın görüşünü alacağım bu konuda...
İkincisi ise yol kenarında gördüğüm ahşap tabelada yazan "JARE HOPE SAHANG - SİHENK ZİYARET GÖLÜ" ibaresi. Yanında ise çoktan orijinal form ve güzelliğini kaybetmiş yarım daire şeklinde bir peyzaj içinde dört beş adet ahşap masalı oturma bankı ve 5-6 metre çapında kenarları süs havuzu şeklinde toprakla yükseltilip kayrak taşı kaplanmış küçük bir havuz veya tabelada yazıldığı şekliyle göl.
Artı, bir de güzel bir hayrat çeşmesi vardı tabelanın hemen yanında, rahmetli öğretmen Sakine Upçin anısına, kızı Cansu Hanım tarafından yaptırılmış. Allah kabul etsin...
Merak edip Google amcaya sordum. Fazla bilgi yok hakkında ama Dersim Haber'in 2014 tarihli haberinde Atatürk (Sihenk) mahallesindeki bu yer, çok eskiden beri Alevi inancındaki vatandaşların kutsal kabul edip ziyaret ettikleri, suyu yaz kış hiç azalıp çoğalmayan küçük bir gölcükmüş. Adı da tabelada yazıldığı gibi değil, Jara Hopa Sahang olacakmış. Sanırım, bu Zazaca bir ifade...
Otelime, pardon aracıma gitmeden dün tanıştığım ve bu akşam için gelirim diye söz verdiğim Pasaport Pizzanın işletmecisi Diyarbakırlı Mehmet Can'a vedalaşmaya gittim, sabah vakit bulamam diye. Birkaç çayını içip ısındıktan ve vedalaşıp, varsa haklarımızı helal ettikten sonra 00:30 gibi ayrıldım. Sonrası sonbir; mış, mış, mış, horrr... :))
0 Yorumlar