Translate / Übersetzen / Traducir / 翻译

Harput, Ovacık ...

Bugün oldukça geç kalktım, gece arabamı sabah gün doğumunda güneş almayacak bir yere çektiğim için 6-7 saatlik uykunun keyfini çıkartarak. Kahvaltı sonrası Harput'u kaldığı yerden gezmeye devam ettim. Zaten dün göremediğim birkaç yer kalmıştı...

Arap Baba Mescidi ve Türbesi

Kitabesine göre 1276'da yapılan bu mahalle mescidinde Arap Baba adı verilen bir zatın türbesi de bulunmakta. Hayatı hakkında kesin bilgi yokmuş. Halk arasında anlatılan efsaneye göre Harput'ta çıkan bir kuraklıkta yapılan yağmur duaları fayda etmez. Selvi adında bir kadın bir ölü başının suya atılması gerektiğini söyler. O sırada mescidin ölü hanesinde bulunan garip birinin başı kesilerek suya atılır. Günlerce yağan yağmur bir türlü dinmez, dualar da fayda etmez. Aynı kadın bu sefer de ölünün başının bulunup yerine konulmasını önerir ve yağmur durur. Cesedin uzun süre çürümemesi üzerine halk tarafından kutlu kabul edilerek ceset bir sanduka içinde günümüze kadar saklanır. Yakın zamana kadar görülebilen bu çürümeyen ceset uygun görülmediği için kaldırılmış. Arap Babanın hikayesi böyle...


Nadir Baba Türbesi

Arap Babanın hemen arkasında, Seyir Et Lokantasının yanında küçük bir türbe. Dikkatimi çekti girdim. Yaşlı bir kadın oturmuş birbirine karışmış tespihleri düzeltmeye çalışıyordu. Selamlaştık. Çözemediği bir tanesini bana verdi çözmem için. Epey uğraştım ama ben de çözemedim. İki tespihten birini koparıp yeniden dizmek gerektiğini söyledim. Kalsın, teşekkür ederim dedi güler yüzüyle.

Nadir Babanın da Arap Baba gibi tam kimliği bilinmemekle birlikte 1200'lerde Horasan'dan Türkmen göçleriyle bölgeye gelen bir Yesevi ereni olduğu düşünülmekteymiş. Osmanlı döneminde müslim ve gayri müslimler hasta çocuklarını şifa bulsun diye türbeye getirip bir süre içeride bırakırlarmış. İnsanlar tarih boyunca inanç ve umutlarını diri tutmak için hep farklı yöntem ve usuller keşfetmiş, hala da etmekteler...


Çubuk Bey

Türbelerden hemen sonra tepenin yamacındaki yolun kenarında peyzajı yapılmış küçük bir alan içinde bir büst dikkatimi çekti. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın beylerinden olan ve 1085'te Harput ve çevresini fethederek Selçukluya bağlı kalmak üzere Çubukoğulları Beyliğini kurup Harput'un ilk hükümdarı olan Çubuk Beye aitmiş. Daha sonra oğlu Mehmet Bey 1106-1113 yıllarında hükümdarlık yapmış. Çubuk Bey bir dönem Diyarbakır valiliğine de getirilmiş...


Hünkar Konağı

Harput'un Elazığ ve ovayı gören burunlarından birinde güzel bir konumda olan bu yapılar kompleksini Belediye işletiyor. Tam olarak açılmamış, çalışmalar devam ediyor. En uçta kaleye bakan tarafta, eskiden restoran olarak işletilen fakat şu anda boş olan kısmına Gastronomi Müzesi ve yerel yemeklerin sunulacağı bir lokanta da açılacakmış.

Harput Musiki Müzesi

Hünkar Konağı kompleksinin bir parçası olan Harput Musiki Müzesinde çalışmalar hararetle devam ediyordu. Yarın açılacakmış. Buna rağmen çalışmalardan sorumlu Melih Bey gezmeme izin verdi. Sanırım açılmadan müzeyi gezen ilklerden oldum. Minnettarım, teşekkür ederim.

Aşağıdaki kafe, musiki ve halk oyunları salonu da akşam Ankara'dan bakan bey gelip bakacakmış diye allanıp pullanıyor. Müthiş bir hazırlık operasyonu var bakan beyi memnun etmek için...

Müze, küçücük ama çok şirin. Bilgilenip mutlu çıkacaklarınızdan. Tabii ki musikiye ilginiz varsa ve seviyorsanız. Ben de onlardan olduğum için notlarımı alarak, tadını çıkartarak gezdim. İşte o notlardan bazıları:

Harput'ta icra edilen musiki türleri; Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği, Türk Tasavvuf Müziği ve Türk Askeri Müziğinden izler taşımaktaymış.

Mumlu dans olarak da bilinen Çayda Çıranın Elazığ'ın önde gelen halk oyunu olduğunu biliyoruz sanırım. Harput'a özel diğer oyunlar ise; halay, avreş, üç ayak, ağır halay (ağırlama), temürağa, keçike, bıçak, kalkan kılıç, çepik, sadece kadınların oynadığı gelin oyunu, şeve, kırma. Türkülü olarak oynanan oyunlar ise delilo, fatmalı (nure), tamzara, büyük ceviz, güvercin, ısfahan ve leblebici imiş. Elazığ Halk oyunları davul ve klarnet eşliğinde oynanıyor...


Çayda Çıra:

Elazığ Halk oyunlarının incisi Çayda Çıra, elde tabaklara konan mumlarla karanlık bir mekanda başlanarak oynanıyor. Doğuşu hakkında değişik efsaneler varmış. Bu efsanelerden en yaygını şöyleymiş: 

Uluovayı ortadan ayıran Harıngit Çayı'nın kıyısında kurulu bir köyde düğün vardır. Bu köyün ileri gelenlerinden birinin oğlu evlenmektedir. Yenilir, içilir, günlerce eğlenilir. Artık düğünün son gecesidir. Eğlence olanca coşkusu ve güzelliği ile devam etmektedir. Aniden ay tutulur. Bu olay pek hayra yorumlanmaz. Düğüne katılanlar bunu uğursuzluk olarak yorumlarlar. Davetliler tedirgin olur. Düğünün neşesi kaçar, coşkusu donar. Damadın annesi Pembe Hatun bu duruma çok üzülür. Ne kadar mum varsa köyde toplatır, tabaklara dizer ve orada bulunanların ellerine tutuşturur. Kendisi de başa geçerek mumların ışığında oynamaya başlar. Çalgıcılar hemen bu oyuna uygun bir müzik bulurlar. Davetliler coşar, eğlence devam eder. Böylece çayda çıra oyunu ve melodisi ortaya çıkar. 

Bugün Elazığ’da güvey ve gelinin misafirlerin huzuruna çıkartılması ve güvey gezdirilmesi geleneğinin yerine getirilmesi esnasında bu oyun oynanmaktadır.

"Yansın şamdanlarda mum, olsun ergenler sıra, insin davula tokmak, başlasın çayda çıra" denilir ve başlar çayda çıra:

Ayda yılda yanıyor
Hanım nanay hız nanay
Nanay güzelim nanay
Nanay kibarım nanay

Engeller (*?) uyanıyor
Hanım nanay hız nanay
Nanay güzelim nanay
Nanay sevdiğim nanay

Hanım nanay hız nanay
Nanay güzelim nanay
Nanay kibarım nanay

Az derdim artıranlar
Hanım nanay hız nanay
Nanay güzelim nanay
Nanay kibarım nanay

Çayda Çıranın Musiki müzesindeki sözleri, İnternet üzerinden baktığım, her biri diğerinden farklı sözlerle uyuşmuyor. Değişik ve farklı varyantları var sanırım Çayda Çıranın. Bir de, oyuna başlangıç çağrısında geçen "olsun ergenler sıra" sözündeki ergen, yani çocukluktan gençliğe geçiş yapan gençlere "haydi sıraya girin oyun için, kız erkek tanışın birbirinizle, tanıyın birbirinizi" anlamında kullanılmış algısıyla oyunda söylenen "engeller uyanıyor" ifadesini çelişkili buldum. Melih Beyle bu konu hakkında konuştuk. Onun da kafası karıştı. :)

Ercüment Kalmık (1909-1971)
"Çayda Çıra" - Gravür üzerine karışık teknik

Bereketli ovaların hakim noktasından, tepeden, Harput'tan bakarsanız ufka doğru, bir eski zaman hikayesi dökülür dudaklarınızdan...

Kar mı yağmış şu Harput'un başına
Kurban olan toprağına taşına... 

Yara beni yara beni 
Yedi bu yara beni 
Bu derdi tabip bilmez 
Götürün yara beni... 

Ahçiği Yolladım Urum Eline 
Eser Bad-ı Sana Zülfün Teline 
Gel Seni Götürem İslam Eline... 


Harput Kesik Hoyratı: 

Hele uyan yar zalım yarim 
Oğul seherdir uyan yar zalım yarim
Ağam bir geldin uyanmadın, hayın yarim 
Ağam bir de geldim uyan yar 
Ben ölem helal eyleme kötü söyleme

Ey dil yare gönül yare dil yare 
Aman dil dudaktan yare 
Ey bilmedim gönül verdim 
Vallah kadir kıymet bilmez yare, ey ey aman ey... 

Bir de Telgrafçı Akif'den uşşak makamında bir Elazığ aksağının sözlerini zikredelim de tam olsun:

Hüseynik'den çıktım yola
Can ağrısı te'sir etti koluma
Yaradan'ım merhamet et kuluna
Bilmem şu feleğin bana cevri ne


Sekiz Köşeli Elazığ Şapkasının Şifresi:

 1. Elazığ cömerttir
 2. Merttir
 3. Dürüsttür
 4. Yiğittir
 5. Çalışkandır
 6. Misafirperverdir
 7. Alçakgönüllüdür
 8. Vatan perverdir...

80 yaşındaki Elazığlı Şapkacı Muhittin Usta


"Gadaların Alam" lafı:

"Bütün derdin, sıkıntın, belan bana gelsin, kurban olam sana" gibi bir anlamı var. Çok sevdiğin, canını bile verebileceğin kişilere söylenirmiş.

Ovidius'un (MÖ 43 - MS 17) yürekten katıldığım, yaradılış ve yaşam ile ilgili düşüncemi tam olarak yansıtan şu sözü ile bitirelim, insan ruhunu dinlendiren, yani enerjimizi, atomlarımızı dengeye getiren musikiyi:

Her şey değişir, hiçbir şey yok olmaz.


Ulu Cami

Harput'un en eski ve önemli yapısı olan Ulu Cami, 1156-57 yıllarında Harput Hükümdarı Fahrettin Karaaslan tarafından dikdörtgen planlı, iki kapılı, ortası açık iç avlulu, kırma taş duvarlı, tuğladan kubbe kemerli ve minareli olarak yaptırılmış. İlk yıllarda camiye Azam veya Cami-i Kebir (Büyük Cami) de denilmiş. Kaidesinden tepeye giderek daralan kısa ve çok kalın minaresinin eşi benzeri yokmuş. IV. Murat Revan seferinden dönerken camiye bir minber ve kıymetli bir halı hediye etmiş. Minberi dün gezdiğim ve fotoğrafladığım Kurşunlu Camide muhafaza ediliyor. Halı ise çok eskiden caminin tamiri için 200 altına satılmış. Cami, 94'e kadar 60-70 yıl kapalı kalmış !..

             

Eğri minaresi, açık avlusu, revakları, sadeliği ve ferahlığı ile dikkat çekici güzel bir cami. Kitabesi şu şekilde yazılmış:

Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla, Allah'ın rızasını kazanmak ve ona yaklaşmak için emir, ordu komutanı, büyük, yüce, efendi, adil, kevvetlenen yardım gören, muzaffer, mücahit, alim, dinin onuru, İslam'ın güzelliği, halifenin desteği, halkın yardımcısı, devletin gücü, milletin yüceliği, ümmetin tacı, kralların güneşi, sultanların yücesi, müslüman orduların onuru, savaşçıların başarısı, inkarcıların ve müşriklerin yok edicisi, üstün değerlerin yörüngesi, hilafetin kılıcı, idarecilerin efendisi, müminlerin halifesinin yardımcısı Artuk oğlu Sökmen oğlu, Davut oğlu, Ebu'l-Hars Fahtettin Karaaslan (Allah saltanatını sürekli kılsın). O, şehrin emniyeti için aciz kimselerden bac vergisi ile tartıya giren ve girmeyen mallarda öşürün kaldırılmasını bizzat emretti: İş bu emri geri iade edenlere Allah lanet etsin. (H.541 /M.1156)


Harput'a gelindiğinde mutlaka görülmesi gerekenlerden...


Şefik Gül Kültür Evi

Ulu Camiye bitişik, 19. yüzyıl başlarında, Keşoğlu Meydanı olarak bilinen bölgede Saraylı Muharrem Ağa tarafından yaptırılmış bu klasik Harput evi Elazığ kökenli Gülsan AŞ tarafından satın alınıp restore edilmiş, sahiplerinden büyük oğul Şefik Gül adıyla 2005'te müze ev olarak ziyarete açılmış. Bölgedeki birçok kötü örneklerin aksine restorasyon ve düzenlemeyi çok başarılı buldum.  Görülmeye değer bir müze ev...







Şafak uykusundaki kent: Harput

"Arap masallarında tasvir edilen Doğu kentlerinin simgesi Harput'tur."

(Hommaire de Hell)

"A city set on a hill can not be hid - Tepeye kurulmuş bir şehir saklanamaz"

(Harput Fırat Koleji betimi olan bir mühürdeki İngilizce yazı)

"Geçmiş hiç ölmez, içimizde yaşayıp durur, kişilerin ve toplumların davranışlarını şekillendirir. Yaşayanların renkleri, özellikle ölülerin anıları üzerine kurulmuştur"

(Gustave le Bon)

Harput adının kökeni:

Harput'un yaklaşık 40 farklı adı ve yazılışı varmış tarihinde. Urartulardan Türklere, Perslerden Osmanlılara, paganlardan semavi dinlere kavimler, yerel ve bölgesel egemenlikler, istilalar, inançlar gelip geçtikçe gizemli Harput kayalığına her dokunuş eski adın farklı söylenişini ve yeni bir adı doğurmuş.

Ortaçağda Harput'un iki ismi varmış. Hısn-ı Ziyad ve Hartabird veya Hartbird. Değişerek Harput olmuş Osmanlı döneminde. Hısn-ı Ziyad Arap kültüründen gelen bir isim. Şehrin 4000 yıllık tarihinde ise Hartabird çok eski...


Seyyid Mansur Baba Türbesi

Hoca Ahmet Yesevi'nin ilk hocası olan ve Kazakistan Türkistan'da kadim Otrar kenti yakınlarında türbesi bulunan (ki 2019'da DOSEV Denizli Doğa Sevenler Derneğinden dört arkadaş gidip görmüştük oraları Kırgızistan ve Özbekistan ile birlikte) Seyyid Aslan Baba'nın öğrencisi Ahmet Yasevi'ye emanet ettiği ve Yasevi'nin Anadolu'ya giden Türkmen aşiretleriyle gönderdiği, 1198'de Harput'ta vefat eden oğlu Seyyid Mansur Baba'nın türbesi Ulu Caminin hemen yakınında. Gövdesi ve çatısı sekizgen planlı, sarı kesme taştan, iki katlı olarak sonradan Osmanlı döneminde yapılmış. Artukoğullarınca yapılan orijinal türbe 1234'te Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından şehrin zaptı sırasında tahrip olmuş. 1514'te varlığı bilinen türbe, zaviye ve mescit yıkılıp uzun yıllar arsa olarak kalmış. Daha sonra, rivayete göre üzerindeki eski bir evde oturan kadının rüyasına giren ak sakallı bir zat kadına, üzerime pis su döküyorsunuz, ya dökmeyin ya da yerimi değiştirin demesi üzerine kadın beyzadeye gidip durumu anlatmış. Yapılan kazıda çürümemiş erkek cesedi bulunan, taşında Baba Mansur yazan büyük bir lahit ve iki çocuk mezarı çıkmış. Saray tarafından türbe ve yanına da bir zaviye yapılmış.

Ahmet Yasevi'nin öğrencilerinden Mansur Baba ile Harput gezilip görülecek yerler turumu tamamlayıp yoldaki pide fırınından sıcacık patatesli bir kır pidesi alıp yiyerek aracıma döndüm. Vakit kaybetmeden Tunceli yoluna koyuldum.


Harput - Ovacık Yolu

Tunceli'ye iki yoldan gidilebiliyor. Birisi Keban Baraj Gölünü doğu tarafından dolaşıp gitmek ki bu uzun fakat parasız alternatif. İkincisi ise Elazığ'ın hemen kuzeyindeki baraj gölünü feribotla geçerek Pertek üzerinden gitmek. Şöyle bir hesapladım. Feribota otuz lira vereceğiz ama diğer yol da yetmiş küsur km fazla. En az 150 lira yakar, eksi 30 eder 120. O kadar törkiş lira avantajım olacak feribotla geçersem Keban'ı dedim ve Kebanın öte yakasındaki Pertek'e doğru yola koyuldum.

Feribota inerken baraj gölü ve suyun ortasında kalıp ada-kale olmuş Pertek kalesinin manzarası muhteşem. Batmaya yüz tutmuş, eğik gelen güneş ışınlarının oluşturduğu renkler de harika. Dayanamayıp birkaç yerde aracımdan inip fotoğrafladım.

Feribotta dün Gezin'de aldığım çileklerden bir tas içinde çubuk kraker eşliğinde yerken dua kart satan bir arkadaş yaklaştı. Emekliyem ezelden, yoktur para getirin tez elden deyip çilek yemeye davet ettim. Mustafa imiş adı. 30 küsur yaşında, Erzincanlı. 13 yıl hapis yatmış terörden. Çok çekmiş. İki anadan yirmi kardeşmişler. Kendisinin de birer oğlu ve kızı varmış. Abi vaktim ve imkanım olsa seni götürür Erzincan'ı gezdirirdim dedi içten bir ifadeyle. İçim parçalandı. Feribot da Tunceli tarafına yanaşıyor. Kalkacak olan diğer feribota yetişsem iyi olur dedi, vedalaşıp ayrıldık. Yolun, bahtın açık olsun Mustafa Kardeş. Çok çektirmişler, zulmetmişler sana... :(

Feribottan inip biraz gittikten sonra gün batımındaki Pertek Kalesi ve Keban Gölü manzarası cezbetti beni. Durup bir iki kare fotoğrafını aldım. Ne güzel yerler buralar. Memleketimin her köşesi güzel ama kıymetini bilmiyor, hatta ayağımıza kurşun sıkıyoruz.

Bir iki km gittikten sonra bir T kavşakta yol ikiye ayrılıyor. Sağ doğu tarafı Tunceli, sol kuzey batı tarafı ise Ovacık, Çemişkezek ve Munzur Gözelerine. Sağa Tunceli'ye doğru bir yüz metre gittikten sonra ani fren yapıp durdum (merak etmeyin yolda araba yoktu ;) Niye direkt Tunceli'ye gidiyorum ki diye sordum kendime. Hem görüp sohbet etmek istediğin kominist başkan da yok, yurtdışında. Geri dön ve Ovacık'a onun memleketine git, orada gecele, yarın da Munzur vadisine ve gözelere git, birkaç gün kal, kafa dinle. Pazar veya Pazartesi günü gidersin Tunceli'ye, hem Maçoğlu başkan da gelmiş olur, görüşürsün diye ikna ettim kendimi yıldırım hızıyla. Çift yol olduğu için geri vitese takıp kavşağa kadar geri gittim ve Ovacık yönüne kırdım direksiyonumu büyük bir iç rahatlığı ile...

Ovacık yolunda karısı ile ineklerini evine götüren birini görünce durdum. Merhabalaştıktan sonra dağ taş her yerde öbek öbek açmış eflatun mor çiçeklerin ne olduğunu sordum. Muhteşem güzel bu mor çiçekler.

Sarısaltık köyünden Şahin imiş adı. Biz holos diyoruz, çiçeklerinden balı güzel oluyor, taze iken biçip hayvanlara veriyoruz dedi. Sonra dikenleşiyormuş. Geven otu da aynı şekilde, taze iken hayvana ot, arılara bal... 1500-2000'lerde yetişiyor bu holoslar. 

Mor holosların yanında sarısı, pembesi, beyazı binbir çeşit çiçek dolu dağlar. Bölgenin yayla çiçek balı özelmiş. Nasıl özel olmasın ki binbir renkli bu çiçeklerle...

Aşağıda 1350 rakımda Arı köyünden atı ile tıngır mıngır giden Celal arkadaşa rastladım. Onlar da bu ota mızır diyorlarmış. Holos diyen de oluyormuş. Şifalı, çayı yapılıyor dedi ama aynı bitki için mi söyledi emin değilim. Balın kilosu 120 ve üzeri gidiyormuş ama kendisinde hazır sağılmış bal yokmuş. Yoksa verirdim dedi.

2000'lerden 1250'ye inince, yamaçlarında hala kar bulunan iki yüksek dağın arasına sıkışmış küçük bir ovada gürül gürül akan Munzur Çayını gördüm. Gün de batmış ama bulutların üzerinde hafif bir kızıllık bırakmış hali ile sağlı sollu insanı büyüleyen manzarayı seyredip fotoğrafladım.



Ovacık

Nehrin kenarında bir müddet dinlendikten sonra ilerideki kavşaktan bir sağ yapıp birkaç km ötedeki Ovacık'a vardım.

Ovacık, ovanın miniciki üzerinde olduğu gibi şehrin de miniciki, şehircik, kasabacık desek olur. Büyük bir köy gibi aslında. Ortasından geçen karayolu vazifesi de gören caddesi bir ucundan diğerine 500m bile yok. Caddenin batı ucundan doğusuna yavaş yavaş turladım. İlginç bir mural panosu vardı duvarın birinde. Bu güzel duvar resmini üçe bölüp fotoğrafladım. 



A101'i görünce dün kardeşimin bana hatırlattığı 12v oto soğutucusu geldi aklıma, bugün satışa çıkacakmış A101'de. Girip sordum, bir tane bile göndermemişler. Marketi şöyle bir dolaşıp Aldın Aldın ibaresi olan avantajlı ürünlere baktım. Bol bisküvi, kapuçino, bitter çikolatalı bar, bir de kolonya aldım, bendeki sprey kolonya boşalmak üzere olduğu için. Alışverişimi yapıp çıktım. 

Karşıdaki evin önünde konuşan iki gence yanaşıp aracımla nerede konaklamamın uygun ve güvenli olacağını sordum. Her yerde, hiç bir problem olmaz dediler. Teşekkür edip tekel ürünleri satan bir yer bulmak için yavaş yavaş ikiyüz metre kadar gittim. 

Köşedeki markette yetmişliklerin yanısıra 1.5 ve 2 litrelikler de vardı. Üç hafta önce Adana Yumurtalık'ta 75 liraya aldığım 1.5'luk Salihli ürünü Akdeniz İncisi 150 törkiş lira olmuş. Teşekkür edip ayrıldım ve biraz ilerideki tekel de satan markete gittim. Burada da Akdeniz İncisi 150 ama farklı güzel şaraplar da var memleketimden, Denizli bölgesinden. Küp kırmızı, Hazar ve Hazar Fen. Hepsi Bekilli'den. Her birinden birer şişe alıp araç mahzenime koydum.

Bu arada, Mirzali imiş marketteki gencin adı. Kominist başkan Maçoğlu da dayısı oluyormuş, şimdiki Ovacık belediye başkanı da akrabalarından. Mirzali dedim, sana tekrar uğrayacağım Pazar gibi. Dayına telefon açar, Pazartesi günü için bir randevu rica ederiz. Olur abi, başım gözüm üstüne dedi. Git müşterilerinle ilgilen deyince gelen müşterilere koşup gitti.

Arabayı Ovacık'ın tek otelinin karşısındaki sokağın içine çektim ve akşam yemeği pozisyonu aldım. Menüde, şarapta ıslatılıp yumuşatılmış, Dara'da hediye edilen ev yapımı tandır pidesi, Yumurtalık basma peyniri, çilek, kiraz, erik, nektarin ve üzerine vişneli kek ve kahve. 

Yemek sırasında yan evin kangalları ve küçük kırma yavrusu ile dost ahbap olduk. Pideleri onlar da çok beğendi Hele şarapta yumuşatılmış olanlara bayıldılar ve bir süre sonra bir köşeye sığınıp sızdılar... :))

Notlarımı düzenleyip 02:00 gibi yattım. Bu arada, Güneydoğu'nun arabanın termometresinde 45'leri gösterdiği cehennem sıcağından sonra buranın üşüten buz gibi havası ve ışık kirlenmesi olmadığı için üzerinize yağıyormuşçasına yakın hissi veren pırıl pırıl yıldızlar çok iyi geldi çoook...

~©~

Yorum Gönder

0 Yorumlar